Öğrenme Zihinsel Bir Faaliyet Değildir
Pedagojiye dair ilk bilgiler, öğrenmenin zihinsel bir faaliyet olduğundan bahsediyordu bize. Beyin üzerinde yapılan nörolojik çalışmalar göz kamaştırıcı bilgiler ortaya çıkarıyordu. Beyindeki nöronlar birer bilgi deposu olarak işlev görüyor, insan yaşamının her anı kayıt altına alınıyordu. İnsan ister yüz, ister bin yıl yaşasın; o küçücük beyin, neredeyse sınırsız bir kayıt cihazı gibi çalışıyordu... Beynin hayranlık uyandıran bu yapısı, bir süre sonra eğitimcilerin de ilgisini çekti. Onlar, bir yandan beyni daha iyi çalışan “zeki” çocukların peşine düştükleri gibi, diğer yandan da zekânın nasıl geliştirilebileceğini araştırmaya başladılar.
Yapılan çalışmalar gösterdi ki beyne birtakım “uyaranlar” verildiğinde “dikkat artıyor”, öğrenme faaliyeti güçleniyordu. Bu uyaranlar arasında en güçlüsü “kaygı” idi. Kişiye belli düzeylerde kaygı yaşatıldıkça bireyin dikkati artıyor, artan dikkat öğrenilecek bilgiye yoğunlaşmayı sağlıyor, böylece bilgi kolaylıkla öğreniliyordu.
Bu heyecan verici bulgular, eğitimciler arasında hızla yayıldı. “Kaygı oluşturma”, özellikle okullarda öğrencilerin başarısının artırılmasında etkin bir şekilde kullanılmaya başlandı. Öğrenciye, belli düzeylerde kaygı yaşattıkça performansın arttığı, derslere daha dikkat edildiği somut verilerle ortaya çıkıyordu. Dersini yapamamış öğrenciye ceza vermek, onda arkadaşlarının arasında küçük düşme kaygısını oluşturuyor, bu kaygı öğrencinin bir dahaki sefere ödevini tam getirmesini sağladığı gibi sınıftaki diğer öğrenciler üzerinde de “benzer durum yaşamama kaygısı” meydana getiriyordu.
Böylesi tutumu takip eden eğiticilerin sınıflarında başarı düzeyinin arttığı görülüyordu. Aynı şekilde öne geçen çocuklara mükâfatlar verilmesi, geride kalanlara “mahcubiyet, utanma, değersizlik” gibi hisleri yaşatıyordu. Öne geçme çabası içindeki öğrenciler birbirleriyle yarışıyor, bu da başarı düzeyini artırıyordu. Bu bilgiler eğitimi oldukça kolaylaştırdı, öğrenme süreci kontrol altına alınmaya başladı.
Ancak bir süre sonra, enteresan bir gerçek ortaya çıktı. Kaygı ile öğrenilen bilgiler “içselleşmiyor”, aksine kaygı bittiğinde bilgiler silinip gidiyordu... Sanki bir virüs gizlice beyne giriyor, nöronlara ulaşıyor ve kaygı yüklü bilgileri siliyordu. “Unutma” da diyebileceğimiz bu silinme işleminin nasıl ve kimin eliyle gerçekleştiğinin peşine düşüldüğünde, şaşkınlık verici bir bilgiye daha erişildi. Buna göre öğrenmenin sadece zihinsel bir eylem olmadığı, öğrenme işlevinde “ruh”un da rol aldığı görüldü.
Aslında beyin, geçici bir depo gibi çalışıyor, insan ruhu bu depodaki bilgilere bir süre sonra uzanıyor, kendi yapısına zarar vermeyecek olanları oradan alıyor, üzerine giydiriyor ve böylece bilgi içselleşiyordu. Bilgi artık kişinin kendi malı oluyor, unutulmaz bir yapıya bürünüyordu. Ruh, nöronlarda eriştiği bilgilerden, kendisine zarar verecek olanları ise almıyor, zihinde bırakıp işlevsiz kılıyordu. Bu bilgiler bir süre sonra bilinçaltı dediğimiz bir bölgeye kaldırılıyordu. Bu sayede ruh kendi sağlığını da koruyordu. Ruhun, zihinden elde ettiği bilgilere artık “öğrenilmiş bilgi” değil, “edinilmiş bilgi” diyoruz.
Edinme; ruhun öğrenmesi, ruhun bilgiyi kendi bütünlüğüne dâhil etmesidir. Edinilmiş bilgilerin, ruh sağlığı kaybolmadığı sürece unutulması neredeyse imkânsızdır. Bu yeni bilgiler eğitimcileri şaşırttığı gibi, “ruhsal öğrenme” sürecine dışarıdan müdahale edilip edilemeyeceği sorusunu da beraberinde getirdi.
Adem Güneş / Pedagog-Aile Danışmanı (Bu yazı, yazarın “Edinerek Öğrenme” adlı kitabından alınmıştır.)