Alman şair Schiller, “Çocukluğumda masallar,
hayatı kavramam için gerçeklerden daha derin anlam ifade etmişlerdir.” diyor. Bu
sözü duyunca, toplumda sıkça söylenen “Bana masal anlatma!” kalıbının nereden
ve nasıl ortaya çıktığına dair kafa yormaya başladım.
Yüzyıllar boyu hikayeler, kıssalar, destanlar,
efsaneler ve masallar eğitimin ilk basamağını oluşturmuştur. Bu sebeptendir ki
Anadolu’da köy köy gezip masallar anlatan ve geçimini bununla sağlayan “masal
anaları” vardır. (Eskiden daha aktiflerdi.) Yine bu sebeptendir ki kılıç
kuşanıp cenk etmekten korkmayan kağanlar, Dedem Korkut’un halkasında tabiri
yerindeyse diz kırıp hürmet içinde onu dinliyorlardı. Genlerimizde bu kadar
yeri olan masalı uzun süredir hayatımızdan, çocuklarımızın dünyasından çıkardık.
( Bir yerlerde sessiz sedasız masalı yaşatanları hariç tutuyorum bu sözümle.) Çocukların
masalsız kalmalarının sebeplerinden birinin de biz olduğumuz gerçeğini unutmayalım.
Hayatın yoğunluğu içinde yine çözüm olarak, dijital platformlardan masallar dinletsek
de çocuklarımıza, kendimiz de anlatmayı, kaliteli çocuk edebiyatı kitaplarından
örnekler okumayı ihmal etmeyelim.
“Yapalım da nasıl yapalım?” diyoruz çoğumuz. Kendi
oğlumla yaptığım bir çalışmayı paylaşmak istiyorum.
Oğlumun iki ismi var. İsminin baş harfleri AA
şeklinde. Ben ona; yaşadıklarını, olaylar karşısındaki tutumlarını, yapmasını
istediklerimi, kahramanı AA olan bir masalla her gün her akşam anlattım.
Başlarda bu ona çok ilginç geldi. Çünkü bu AA karakteriyle şimdiye kadar hiç
karşılaşmamıştı.
AA uzak bir ülkede kocaman bir ormanın içinde
anne ve babasıyla yaşıyordu. Masallar her gün bu şekilde başlıyor ve oğlumun
yaşadıklarına benzer olaylara biraz gizem biraz fantastik ögeler katarak devam
ediyordu. İşte biz bu anlatılarda çok özel bir bağ kurduk. Büyüyüp de AA’nın
kendisi olduğunu anladığı anlardan itibaren ise klasik masallardaki
kahramanlarla devam ettik. Zamanla bu durum onun için öyle vazgeçilmez oldu ki
öğrendiği, okuduğu her olayı hikayeleştirip paylaşmaya başladı. Ve biz ebeveynleri
olarak ona, bazı talimatları vermek zorunda kalmadık. Anlattık kıssayı, anladı
hisseyi ve kendine yön verdi.
Bize
düşen de küçük yaşta onu masallarla tanıştırmak oldu. Tabii burada ona, vermek istediklerimizi
direk anlatmadığımızı da söylemek isterim. Yani dişini fırçalaması için “bir
çocuk vardı ve dişini fırçalamamıştı, sonra dişleri döküldü, dişsiz kaldı. Sen de onun gibi yapma.” şeklinde anlatmadık.
Mesajı direkt değil de masalın bir yerinde, genel akışın içinde söyledik de o
zaten alıverdi.
Örnekteki oğlum da olsa unutmayalım ki her
çocuk özellikle de 0-6 yaş döneminde benzer özellikler taşır ve benzer tepkiler
verir. Demem o ki aslında masallar hangi çocuğa anlatılırsa anlatılsın aynı
etkiyi gösterir. Daha bebekken başlayan kol bacak oyunları, büyüdükçe oynanan
“ce-ee”ler ve sonra vazgeçilmezimiz ninniler… Bunlar özünde masalların ilk
adımları. Ve ben, bunları sevmeyen,
bunlara tepki göstermeyen tek bebek görmedim. İki parmağımızla çocuğumuzun
vücudunda yaptığımız gezintilerde söylediğimiz şarkılar ki çoğu zaman
uydurmadır, büyüdükçe kuklalar ve ritim aletleriyle anlatılara dönüşüyor. Biraz
daha anlar yaşa geldiğinde de onun başından geçenlerin, benim de yaptığım gibi,
anlatılması¸ kaç yaşına gelirse gelsin, nerede olursa olsun aile bağlarını
kuvvetlendiriyor. Bağımlı değil bağlı bireyler olarak hayatlarına devam
ediyorlar. İşte bunlara sebep hep masallar.
O vakit, ben de Schiller’den güç alıp diyorum
ki “Bana masal anlatın.”
Fatma
Geçer Devrim